Sonunda şu bloga keyfim yerinde bi şekilde eski günlerdeki gibi bi blog yazısı yazmaya gelmek nasip oldu çok şükür ya.
2020 ve 2022 yıllarında yazdığım ve kalıcı olmasını umduğum bir yazı dizisi (?) vardı. Film izlemeye aşırı uzak olduğum için film kültürümü geliştirmek adına 1 yönetmen seçip 3 filmini izliyor ve yorumluyordum. Merak eden olursa Joachim Trier yazısı ve Fatih Akın yazısı. Trier yazısını okuyup hem çok eğlendim hem de o zamanlar film izlemekle alakamın bu kadar olmayışına şaşırdım. Zaten yazının amacı bunu geliştirmekti o yüzden çok yüklenmiyorum (neredeyse) 4 sene önceki halime.
Evet bu girizgahtan sonra sebebi ziyaretime döneyim artık. Aradan geçen yıllar sonrasında ikinci yüksek lisansımı yapmak için Londra'ya taşındım ve bölümüm Gender, Media and Culture olduğu için filmler izlediğimiz dersler almaya başladım. Bu derslerden birinde Celine Sciamma'nın 4 filmini izledik çünkü (SIKI DURUN) gelecek dönem Celine Sciamma okula gelip bize workshop verecekmiş? NE? Dönemin ilk günü bunu duyduğumdan beri çok heyecanlıyım ama asla hazır hissetmiyorum kendimi.
Hazır bu kadar filmini izlemişken bir blog yazısı yazayım hem bana da hazırlık olur diye düşündüm ve kolları sıvadım. İşbu yazı uzman görüşü içermemektedir ve yalnızca kendi anladıklarımı kayıt altına aldığım bir belge niteliği taşımaktadır.
Celine Sciamma, 1978 yılında Fransa'da doğmuş ve orada büyümüş. La Fémis isminde bir film okulunda eğitim almış. Asıl hedefi senarist ya da film eleştirmeni olmakmış ama mentorünün yönlendirmesiyle yönetmenliğe adım atmış. Bahsedeceğim dört filmde de hem yazar hem yönetmen kendisi. (Sadece yazarlığını yaptığı The Balconnettes filmini de geçen sene sinemada izlemeye çalıştım ama beklenmedik şiddet içerikli görüntüler nedeniyle tamamlayamayıp yarıda çıkmak zorunda kaldım. Bir gün tamamlayacağım umarım sakin kafayla.)
Filmlerinde genel olarak cinsiyet akışkanlığı, cinsel kimlik ve kadın bakışı (female gaze) temalarına yer veriyor. Peki nedir bu kadın bakışı?
Bunu anlamak için de Laura Mulvey ile tanışmamız gerekecek. Kendisi feminist film teorisyeni ve "Visual Pleasure and Narrative Cinema" makalesiyle tanınıyor. Bu makalede, psikanalizden yararlanarak feminist bir film eleştirisi yapıyor ve "male gaze" (erkek bakışı) kavramını literatüre kazandırıyor. En basit haliyle açıklamaya çalışayım, özellike Hollywood sinemasında genellikle izleyicinin ana karakterle bağdaşması amaçlanıyor ve ana karakter çoğunlukla erkek oluyor ya, bu durum da kadını daha pasif bir şekilde konumlandırıyor. Kadın karakterler filmlerde "bakılası" bir arzu nesnesi olarak, erkek gözü için yer alıyor. Celine Sciamma da filmlerinde bu bakışa meydan okuyor. Bunun en iyi örneklerinden biri de, yönetmenin en bilinen filmi: Portrait of a Lady on Fire.
Portrait de la jeune fille en feu (2019)
Süre: 116 Dakika
Oyuncular: Noémie Merlant, Adèle Haenel, Luàna Bajrami
Cannes'da ödül alan ve birçok yarışmada daha ödülü ve adaylığı bulunan bu filmi eminim duymuşsunuzdur. Ben yıllar önce izlemiştim ama ders sayesinde bir kez daha izleme fırsatı buldum. (Filmle ilgili
şöyle çok güzel bir makale var, merak edip erişemeyen olursa paylaşabilirim.) Aşağıda spoiler yer alıyor olabilir, uyarayım.
Film 18. yüzyılın sonlarında Fransa'da geçiyor ve soylu bir kadını (Heloise) çizmek için önce yollara sonra da o soylu kadının kalbine düşen ressam kadın (Marianne) arasındaki ilişkiyi konu alıyor. Heloise resminin çizilmesini istemediği için Marianne, ressam olduğunu gizleyerek gizlice resmetmeye çalışıyor onu. Peki neden gizliyor? Bildiğimiz yerden geldi hemen anlayacağız şimdi bakın: Bu resim Heloise'in müstakbel eşi için hazırlanmak isteniyor çünkü. Yaaaaaaniiii... Evet erkek gözü için... Marianne gizli saklı bir şekilde resmi tamamlıyor ama Heloise'e ihanet etmeye gönlü el vermeyince ressam olduğunu itiraf edip resmi gösteriyor. Heloise de "Beni böyle mi görüyorsun?" diyip sinir krizi geçiriyor. Seni o kadar iyi anlıyorum ki Heloise... Neyse cıvıtmayalım... Buraya değindim çünkü güzel bir diyalog var hemen yakından bakacağız:
Heloise: Bu ben miyim? (İlgili için
bkz.)
Marianne: Evet.
Heloise: Beni böyle mi görüyorsun?
Marianne: Sadece ben değil.
Heloise: Nasıl yani, sadece sen değil?
Marianne: Kurallar var, gelenekler, fikirler.
Bu diyalogu sadece "Ay bu ben miyim?" diyen teyzeyi hatırlamak için almadım tabi ki. Bu sahne özellikle o "temsil" kavramını güzel sorguluyor bana kalırsa. Heloise de sadece kendisinin nasıl göründüğü değil, kadınların sanatta nasıl göründüğü, nasıl temsil edildiği ve ne amaçla temsil edildiği sorusunu gündeme getiriyor. Marianne de bu "bakış"ın kişisel olmadığını, kurallar ve gelenekler tarafından sınırlandığını vurguluyor. (Bana bakın ama 3 sene önceki yazımda yönetmeni Benekli Ayhan'a benzetirken bugün ANELİZ yapmaya başlamışım...)
Söylenecek çok şey var da yazıyı teze çevirmeden kısaca toparlamaya çalışayım. Filmdeki yakınlaşma sahnelerinde Mulvey'in bahsettiği erkek bakışına yönelik, fetişleştirme amacı taşıyan bir şeyler görmüyoruz. Kadın bedeninin röntgenci gözler için sergilendiği sahneler yok. Zaten filmde erkek de (neredeyse) yok... Yukarıda bahsettiğim makale de buna işaret ediyor, Sciamma sadece karakterleri erotik objeler olarak görmemizi engellemekle kalmıyor, aynı zamanda bizi, bakışımızı eğitiyor: görsel zevk başka, röntgencilik başka.
Sonuç olarak film şimdiye kadar öğrendiklerimizi sorgulatan, görsel tatmin yaşatan, sakin ve isyankar bir aşk hikayesi.
ŞMDB: 9/10
Tomboy (2011)

Süre: 84 Dakika
Oyuncular: Zoé Héran, Malonn Lévana, Jeanne Disson
Türçeye "Erkek Fatma" olarak çevrilen o film... Filmde cinsiyet normlarına uymayı reddeden 10 yaşındaki Laure'nin, yeni tanıştığı mahallede cinsiyet temsiliyle ilgili yaptığı değişikliği, bunun arkadaşları ve ailesi tarafından nasıl karşılandığını izliyoruz. Hikaye çok sade anlatılıyor, ders vermiyor, dikte etmiyor; bu açıdan çok gerçekçi. Küçük kardeşin cinsiyet normlarının katılığından bihaber oluşu, bu yüzden büyük kardeşine anne babasından çok daha destekçi yaklaşabilmesi, yaralarını kendileri saran çocuklar... Her açıdan etkileyici bir filmdi. Konu ilginizi çektiyse izlediğinize pişman olmazsınız bence.
ŞMBD: 8/10
Bande de filles / Girlhood / Kızlar Çetesi (2014)
Süre: 112 Dakika
Oyuncular: Karidja Touré, Assa Sylla, Lindsay Karamoh
Bu filmde de 16 yaşında, baskı dolu bir evde hayatını sürdürmeye çalışan Marianne'in okul hayatı da kötüye giderken tanıştığı 3 kızla birleşen hikayesini izliyoruz. Cümle hiç içime sinmedi ama tekrar okumaya da korkuyorum inşallah bi şeyler anlatabilmişimdir. Yine cinsiyetin akışkanlığı, kadın bakışı, cinsiyet kimliği gibi temalara rastlamak mümkün bu filmde de. Spoiler olmasın diye konuya çok girmeyeceğim.
Bu film, izlediğim 4 film arasında en az beğendiğimdi. Kötü bir film değil ama bağ kuramadım ben filmle, tamamen kişisel deneyimim. Letterboxd yorumlarında Fransa'nın gettolarında yaşayan kadınların kendi hikayelerini izleyebildikleri ender filmlerden biri olarak tanımladıklarını ve çok sevdiklerini gördüm bu filmi. Her filmde kendimden bir şeyler bulmayı beklemiyorum elbette, ayrıca bu filmde de yukarıda bahsettiğim evrensel temalar var ama yine de ne bileyim içine alamadı beni bu film. Fransa'nın gettolarında büyüdüyseniz mutlaka izleyin.
ŞMDB: 6/10
Petite Maman (2021)
Oyuncular: Joséphine Sanz, Gabrielle Sanz, Nina Meurisse
Bu film... Ah bu film... Kalbimi hem kırdı hem ısıttı iyi ki izlemişim gerçekten. Çok sade, çok sakin, çok tatlı bir film bu. Bir çıt spoilerlı anlatacağım konuyu ama bence filmin izleme zevkinden bir şey kaybettirmeyecek bu. Ben bu bilgiyi okusam daha hevesli izlerdim filmi. Ya da vazgeçtim tamam elimden geldiğince sansürleyeceğim ama söz veremiyorum...
8 yaşındaki Nelly, anneannesini kaybettikten sonra annesinin çocukluk evine bir ziyarette bulunuyor eski eşyaları toplamak için. Burada hem annesiyle hem anneannesiyle daha derin bir bağ kurma fırsatı yakalıyor, anneannesinin ölümüyle baş etmeye çalışıyor. Daha fazla anlatırsam spoil edeceğim, o yüzden duruyorum.
Ama aklınızdan bir kere bile siz olmadan ebeveynlerinizin nasıl hayatları olduğu sorusu geçtiyse, ya da daha kötüsü hiç geçmediyse ve onları hep yetişkinmiş gibi hayal ediyorsanız bu filme bir şans verin derim. 73 dakikada izlenebilecek en tatlı şey. İzlerseniz "You didn't invent my sadness" sahnesinde hem yaralarımız biraz sarılır hem de biraz daha kırılırız belki beraber. Bir de veda edemediğimiz sevdiklerimize veda etme şansı buluruz. Duygulanmaya başladım bu yazıyı burada bırakayım ben.
ŞMDB: 10/10 (10 puanı genelde vermemeye çalışıyorum her şeyin daha iyisi vardır diye ama bu filme bir ayrıcalık tanıyacağım)
--------
Eveet bir yazının daha sonuna geldik. Önceki sinema yazılarım çok daha eğlenceliymiş ama filmde dair pek bir şey anlatmıyormuş. Bu kez bir hazırlık amacıyla yazdığım için konuya odaklanmaya çalıştım daha çok. TikTok'ta ve instagram'da kısa dikey video kaydırma süresinden feragat edip bu yazıyı buraya kadar okuduysanız çok teşekkür ederim. Ben sizin yerinize de video kaydıracağım, söz.
😍😍😍
YanıtlaSil